13 Haziran 2013 Perşembe

An'ın Tanığı: Gaz Lambası

Oldum olası severim gaz lambalarını; kendisini, çarkını, şişesini, fitilini, altına konulan dantelini...

Gaz lambalarının buruk bir tadı vardır bende. Kalbimin en derin köşesinden ince bir sızı kopar onları gördüğümde. Nedendir bilinmez, emeği,babayı, aileyi, mutluluğu, bağlılığı, aşkı,eski günlerin tadını belki de özlediğim çocukluğumu görürüm gaz lambasında...

  
 Neler  anlatmaz ki bana gaz lambaları. Gaz lambasını gördüğümde çoğu zaman kendi kendime hikayeler uydururum. Evin başköşesine bi baba koyarım. Bu baba, ailesine aydınlık bir gece verebilmek için var gücüyle çalışır; evin kızı elinde kasnağıyla pencere başında babasını beklemektedir, anne ise yemek yapıyordur her zamanki yerinde.Sonra, gün kararır akşam olur... Babanın yorgunluğu tebessüme,annenin yemeği cennet meyvesine dönüşür.. Sofra kalkar, baba kahvesini yudumlar; hoş sohbet başlar. Bütün bu sıcaklığa eşsiz dokusuyla tek biri tanıklık eder: Gaz Lambası :))

Hiç gaz lambası kullanmadım elbette ama gaz lambası etrafında büyüdüm ben... Anneanneme giderdim gaz lambası, babanneme giderdim gaz lambası... Onlarda kullanmazlardı ama bir köşeye kaldırmaya da kıyamazlardı galiba... Eee sonuçta genç kızken az çeyiz yapmamışlar başında . Onlar için gaz lambası bir yaren, bir yol arkadaşı olmuş :) 

Peki bu yazıyı yazmak nerden aklıma geldi?

Ciğerimin köşesi babacığımın bana küçükken aldığı şu oyuncak gaz lambasından :)



Daha okula bile başlamamıştım bu hediyeyi aldığımda. Öyle mutlu olmuştum ki anlatamam. Nerden aklına gelmişti de böyle bir hediye almıştı? Zaten orjinallik konusunda bir numaradır babam :) Böyle ben küçükken bana hiç bebek aldığını falan hatırlamam ben :) Hoş o işi annem ve ablamlar görüyordu ya neyse:D bu lambamın iki çeşit ışığı vardı yanıp sönen , biri yeşil biri sarıydı; birkaç hafta içinde de oynaya oynaya bozmuştum :( ama hala kutusunu bile saklıyorum. Neden saklayamayım ki? Gaz lambası bana sevgiyi, aileyi, babayı, koşulsuz sevgiyi hatırlatıyor; elbette severim kendilerini :)



Gelelim Gaz Lambasının Nostaljisine:

  Teknik bilgi içermez korkmayalım :) Şimdi olay şöyle gelişmiş:
 1780′de İsviçreli asıllı bir Fransız olan Argand, milleti mumun isinden kurtarmak için dur ben bi yağ lambası yapayım diyerekten çalışmalara başlamış. Bulduğu bu eşsiz icadın patentini de almış. Fakat, Fransız halkı bu icada burun kıvırarak, mırınn kırın etmiş. Aslında Argand'ın lambasının tek eksiği  cam borusuymuş :( [oldu mu şimdi Argand amca en önemli şeyi unutmuşsun ya sen] Ne olduysa bundan sonra olmuş Argand'ın bundan sonraki kaderi Kristof Kolomb'dan pek farklı değil aslında... Camı eklemeyi unutan Argand'ımızın imdadına Fransız eczacı Quinquet amcamız yetişmiş... Quinquet amcam , baca görevi gören cam boruyu yerleştirince ortaya muhteşem bi obje çıkmış tabi  birden yıldızı parlayıvermiş...Böylece yıllar sonra nostalji olacak bir obje daha yaratıcısının elinden çıkmış...





Not: Burdan Argand Amcama sesleniyorum:  Sen o kadar lambanın tekniğini bul, yağını suyunu, çarkını , fitilini koy elin oğlu gelsin bi camdan boru koysun ünlü olsun... Hiç mi için sızlamadı Argand Amca :(

Daha detaylı bilgi isterseniz VikiSultana buyrun efenim 










26 Temmuz 2012 Perşembe

AŞKIN NOSTALJİSİ



Aşk; kendisi küçük, yaşattıkları büyük zaman zaman faydalı zaman zaman sanrılı bir bağımlılık hali. Kimisine göre tarif edilmesi imkânsız, herkese nasip olmayan garip bir his kimine göre ise yakalanılmaması gereken, yakalanıldığı vakit ise sonunda acının tadılacağı geride nasırlaşan bir kalbin bırakılacağı büyük felaket… Yeri geldiğinde insanı yaşama bağlayan, gönlünü ve yüzünü aynı anda güldürebilen yeri geldiğinde ise insanı aptal bir varlığa dönüştürüveren bir kumar.
Her şeyden önce karşı cins uğruna şiirler, şarkılar, romanlar yazdırtan bir büyü.
Peki hala adına şiirler, şarkılar, romanlar,mektuplar yazılabilecek bir Piraye bir Milena; bunları sanatla birleştirebilecek bir Nazım bir Kafka var mı acaba? 21. yüzyılda yeni bir Mecnun yeni bir Ferhat görebiliyor muyuz etrafımızda? Ya da küçük bir kaçamak bakış için pencere dibinde bekleyebilecek kızlarımız; sevgililiye Pazar günü ısmarlanacak pastanın ya da gazozun en iyisi olması için biriktirilen cep harçlıkları? İlk öpücüğün vermiş olduğu tedirginlik ve yanakların al al olması hangimizde var hala?
Hepimiz birer aşk türküsü tutturmuş gidiyoruz yolumuzda. Birkaç günlük tanıdığımız bir erkeğin kollarına bırakıveriyoruz kendimizi babamıza sarıldığımızdan daha sıkı sarılıyoruz yeri geldiğinde sonra da adına aşk diyoruz. İlk görüşte aşk bu olsa gerek diye naralar atıyoruz etrafa. ‘benim aşkım birtane, ah her istediği mi yerine getiriyor’ diye havalar atılıyor ilk günlerde. Birkaç gün hafta ilerliyor ilişkilerimizde bir de bakıyoruz tartışmalar başlamış da haberimiz yok. ‘ona niye baktın, bunu niye süzdün’. Birinci ayın sonunda çiftler birbirinden habersiz: ‘tanıyamamışım ben bunu’ diye dert yanıyorlar dostlarına. Biraz daha zaman tanıyorlar birbirlerine fakat ne garip(!) anlaşamıyorlar, ayrılıveriyorlar arkadaşça. Tokalaşıyorlar, birkaç gün öncesine kadar japonla yapıştırılmış dudaklar bu sefer yanaklara değiyor beğenmez beğenmez. Eeee ne oldu şimdi? Hani aşktı bu. Ne oldu aşka? Aşk uçtu, aşk bitti, aşk atda gitti. Çiftlerimiz uçan, heyecanını yitiren aşklarının ardından kader deyip yollarına devam ediyorlar. Birkaç hafta aşk acısı(!) çekiyorlar, ‘bir daha aşık olamam, aşk benim neyime’ diyorlar. Ta ki bardaki kızı; spor salonundaki yakışıklıyı görene kadar. Çiftlerimiz (yani eski çiftlerimiz) aynı anda savuruyorlar o meşhur sözü: ‘galiba aşık oldum’ (böylece yeni bir söz israfına daha tanıklık ediyoruz). Bu olayların aynısı ya da benzerleri çiftimizin bilmem kaçıncı aşklarını bulmaları üzerine evlilikle sonuçlanıyor. Evlenip mutlu oluyorlar/ olmaya çalışıyorlar ya da taklit yapıyorlar. Gördünüz mü? Bilip bilmeden hatta düşünmeden savrulan ve her hoşlanmaya belki de ufak bir jestten etkilenmeye aşk etiketi yapıştırıveriyoruz. Ve belki de hayatımızın o en güzel, en masumane duygularını: ilk bakışı, ilk buluşmayı, ilk elele tutuşmayı, ilk öpücüğü sırf aşk olsun (!) diye bir çırpıda feda edebiliyor aşkı kutsallığından, saflığından çıkarıp kirletiyoruz. Çok değil bundan bir 50–60 yıl öncesinde rastlayabiliyoruz saf âşıklara. O dönemde -genel olarak- kızlar erkeklerin gözlerine yercesine bakamaz, sevgi sözcüleri sıralayamazmış heyecanlanmadan, erkekler ise daha bir beyefendi daha bir zarifmiş şimdikinden. Gençlerimiz hoşlandığı erkeğin/kızın ismini aşkıma, hayatıma da dönüştürmezmiş iş ciddiye binmeden. Kızlarımız her zaman hanımefendiliğini korur; erkek delikanlılığını sergilermiş, erkek kızın gözlerine baktığında titrer kız yavaşça kafasını kaldırır tebessüm edebilirmiş sadece. Şimdiki gibi paldır küldür değilmiş hiçbir şey, her şey vaktinde yapılırmış. Ayrıca günümüzdeki gibi her çıkmaya da aşk adı verilmezmiş. Kız da erkek de bunun geçici bir duygu, arkadaşça geçirilen güzel bir vakit olduğunu bilir ve buna göre davranırlarmış. ( Çok da güzel yaparlarmış doğrusu)
Kısacası aşk diye bir meret var ancak onu doğru anlayıp uygulamak bizim elimizde. El ele tutuşmakla saatlerce bakışmakla birkaç günü birlikte geçirip sinemaya, konsere gitmekle havaya sevgi sözcükleri savurmakla gerçek aşk yaşanmaz. Gerçek aşk bir anlık hevesten ziyade bir ömürlük nefestir, yaşamasını bilene. Ve Adem’e yasak elmayı kopartacak kadar kutsalsa bu olay aşkı bilen biriyle yaşamaya değer.